Queer’in ya da ille de Türkçeleştirmeye çalıştığımız söylenişi ile kuir’in Almanca quer’den geldiğine emin gibiydim. Baktım; 16. yüzyılda o dilden İngilizceye geçmiş deniyor ama internet sözlüğü ‘emin değil’. Güzel; queer’in ya da “kuir”in en önemli özelliklerinden biri etkilerinden, sonuçlarından ve çalışma prensibinden emin olunamayacak olmasıdır. Almancada quer, “çapraz” ya da “çarpık” demek ki elbette ‘queer’e yakın. En iyi diva jargonunda, “X, adama çapraz bir bakış attı,” denilebilir ki mesela, bu da “baktı ama alıktırmamaya[1] çalışarak” anlamına gelir, bu bağlamda internet ve Netflix devrinde Joan Crawford’u falan düşünebilirsiniz.
Aslında Ayfer Feray tabii, ama onu hatırlayan var mı emin değilim, lokal ile g-local arasındaki gel-gitte öz kuir’lerimizi pek hatırlamadığımız düşüncesindeyim. Vesikalı Yarim’de[2] konsomatris Türkan Şoray’ın, sürmeli göz kapakları altındaki gözleri hep uyanık, külyutmaz ev arkadaşını canlandıran aktris dersem belki hatırlarsınız; hani, İzzet Günay’a delice aşık olan Türkan Şoray’a “oo kızım olmuşsun sen,” der, sonra Türkan, İzzet’e fanile falan yollayınca meyhanedeki garsona verir paketi, “yok daha neler bir de fanile yolluyor adama” der. Aslında Türkan da filmin başlangıcında İzzet’in manav oluşuyla alay etmeye vb. çalışırken onu taklit etmeye çalışmıştır. Fakat sonra işler değişecektir. Türkan Şoray, eskiden kahvelerde asılı “Cihan Güzeli” tasvirlerinin bir uzantısı olarak çizdiği asıl resme geri dönerken Ayfer Feray, Yeşilçam’ın kötü kadınları geleneğinde bile farklı olan queer bir diva portresi çizecektir.
Tabii queer, sadece bir çeşit “über” diva davranışı da değildir. Queer, çaprazlıkları ya da zıtlıkları olduğu kadar tuhaf, beklenmedik benzerlikleri de kucaklar ve bunlardaki çapraz içeriğin altını çizer. Çoğunlukla da bu zıtlıkların ya da benzerliklerin performansını gerçekleştirerek. Sadece muzip değil, hınzırdır da, her zaman birtakım dengeleri sarsmaya taliptir. Klasik diva davranışındaki burnu havadalık da bir çeşit zıtlığın altını çizer aslında, daha doğrusu bunun performansıdır elbette. Ama kuir çeşitli ve beklenmediktir ve her köşe bucaktan çıkabilir. Ayfer Feray’ın istihfaf dolu bakışları kadar Sevim Burak’ın yazısı, ya da Cihat Burak’ın perspektif-tanımayan resimsel alanı gibi. Ya da polis tarafından dağıtılan bir diğer onur yürüyüşü sonrası, başına taktığı tavşan kulakları, kendi kendine acıklı bir şeyler söyleyerek ortamdan uzaklaşırken çok tanıdık, çok buralı bir Kezban[3] performansı/parodisi gerçekleştiren adını bilmediğim arkadaş!
Etraftaki çeşitli sergilerin aşırı anlam yüklü kavram çerçevelerinden -ki bazen bu çerçevelerin içlerinin doldurulup doldurulmadığı da tartışmalı- ve hatta adlarından yorulduğumda kenardan göz kırpan kuir bir iş ya da tavır ilginç olabiliyor; serginin ağırlığı karşısında yıkılmayıp hâlâ ayakta olan… Bunlardan biri yenilerde Dünyanın Ağırlığı sergisinin girişinde asılı duran Berk Kır fotoğrafı; Kasa Galeri’nin kitsch mertebesindeki -queer’le bazen işbirliği yapan ama o olmayan “şey”- giriş kapısının tepesinde, tam ortada bir Minerva başı göreceksiniz.
Yunancası Athena olan savaş tanrıçasının Latince ismi daha çok beğenilmiş olmalı ki yapı Minerva Han adını almış[4]; yukarıda kapının üzerindeki Minerva başında miğferi, muzaffer bakışlarını ufuklara dikmiş bakarken, Berk Kır’ın giriş kapısını süsleyip serginin afişliğini de üstlenecek kadar alçakgönüllü fotoğraf işindeki figür başını bize doğru çevirmiş quer/queer bir bakış atıyor. Cinsiyeti kadar niyeti de -varsa eğer- duruşu da, kimliği de ve performansı da akışkan. İnce kumaştan kapüşonumsu baş örtüsü bize ille de deşifre etmemiz gerekmeyen mesajını yolluyor, ama figürün asıl becerisi başının üzerinde pırıl pırıl bir çelik çaydanlık altını dengeleyebilmesi. Yukarıdaki pür hiddet Minerva’ya işaret eden, onun performansını yinelerken parodisini de yapan ama asıl olarak ‘insanların çağlar boyu başlarına neler koyabildiklerine ve bunlarla neler kastettiklerine’ dair kuir bir bakış öneren bir iş bu. Figürün yüzünde ‘bakın ne yapıyorum’ ifadesinin tersine bir şaşkınlık/masumiyet (ben mi? kuir mi?) performansının gölgesi! (Yeri gelmişken, “şaşkın bakışlar”ın 80’ler civarı Türkiyeli diva davranışında bir yeri olduğunu da hatırlar gibiyim.)
Galerist’teki bambaşka bir tonda sergide, 13 Aylı Bir Yılda sergisinde görülebilecek Halide Bourghiet’nin video işinden de söz edilebilir. Bu siyah-beyaz video iş, büyük bir şehrin bir sokağında gelip geçenin elini tutmaya, hatta bazen yakalamaya, bu elleri kendi elleri arasına almaya çalışan uzun siyah giysili bir kadının performansını izliyor. İlk bakışta bir iletişim kurma çabası içinde olan figür biraz patetik bir dansı yerine getiriyor gibi. Fakat video işi sonuna kadar seyrettiğinizde, onun bu iletişim kurma çabasını aslında delimsirek bir neşe ya da coşku içinde yerine getirdiğini, bu Artaudvari performansın kendi başına bir amaç olduğunu farkediyorsunuz. Bütün toplumlarda çağlar boyu hayret ve saygı uyandıran “deli” (ya da “mahallenin delisi”) türevlerinin ve delilikteki performatifliğin queer’liğini vurgulayan bu iş, sonuçta karşımızda bu şeyi gerçekleştiren kişinin özel zaferi olup çıkıyor. Metafor olarak deli ya da metaforik olarak delilik; “Deli olmadan Veli olunmaz” düsturu anlaşılan queer’e o kadar da uzak durmayan bir fikir.
Son zamanlarda art arda ilginç sergiler kurulan Barın Han’da yer alan, şimdikinden bir önceki sergi Traditional Y yani Geleneksel Y de, iki erkek sanatçının “şakacı çocuklar girişimi” denebilecek tarzda yorumladığı queer fikri üzerinden işliyordu. “Geleneksel” kısmı çini denen malzemeyi/anlatım tarzını kullanması, “Y” ise kendilerini Y kuşağından çocuklar olan tarif eden sanatçıların çini fayanslara atfettikleri “yeni”, “güncel”, “oyunsu” içeriklerdi. İkisi de “çininin yurdu” sayılan yerlerden biri olan Kütahya’nın yerlisi olan ve halen orada yaşayan sanatçılar -ki taşra ve şehrin hâlâ önemli bir kutuplaşma oluşturduğu düşünülürse gelenekle ilginç bir ilişki kuran asıl bu belki- çini ile arketip bir lunapark atmosferini birleştirerek, çizgi romana, çocukluğa ait imgeleri, bazen de cinsel çift anlamlılığın işaretlerini çiniye işliyorlar, geleneksel tarih okumalarına belki biraz düz, biraz “Cem Yılmaz’ımsı” bir alayla bakıyorlardı. Yeniçeriler rollercoaster’a binse nasıl görünürler, japon çizgi romanlarında konu edilen ergen kız erotizmi Osmanlı çinilerine yansır mı, toptan fırlatılan mayolu erkek akrobatlar karşı yönlere doğru uzaklaşırken veda eden âşıkları mı hatırlatıyorlar, ya da dudak dudağa vermiş iki Bambi, Y kuşağının cinsel akışkanlığına masum bir atıf mı?
Yapı Kredi Kültür Sanat’taki yeni sergi Burası da İstanbul Belediye’sinin gizli hazinelerini günışığına çıkarırken tarihsel olarak camp[5] ya da queer olarak okunmayan kimi eserleri artık öyle okuyabileceğimizi düşündürüyor. Ressam Mıgırdiç Civanyan’ın tablolarındaki çırpıntılı denizler ve gösterişli yangınlar İstanbul’un ve onun manzaralarının -şehrin tarihi boyunca başka başka biçimlerde adı konmuş- halet-i ruhiyesini camp tezahürler olarak (da) okuyabileceğimizi fısıldıyor. Şehire dair alışıldık güzellemelerin ya da şikayetlerin ötesinde, mesela Nilbar Güreş’in buluşu, periferiden bakarken şaşaadan vazgeçmeyen manzaralar ve içerdikleri figür kümeleri, Can Altay’ın şehir mobilyalarının alternatif tasarımlarından yola çıkarak vardığı tasarımlar gibi queer yorumlar da serginin çapraz bakabilen işleri arasında.
Bunların ötesinde, atipik ve garip biçimde tek başına olmayı beceren, her sergide kolay tanımlanmaz bir “oradalığa” sahip işler de var. Hayatının çoğunluğunu sakin İstanbul manzaraları resmetmekle geçirdiği anlaşılan, asker ressam Ahmet Ziya Akbulut’un “Kaygusuz Abdal” resmi de Burası sergisindeki en atipik, en ilginç iş. Gümrükçü Rousseau ile Cihat Burak, naif ile comic-strip, sır ile vecd arasında duran bu iş bu sergi aracılığıyla belediyenin mahzenlerinden çıkan en büyük hazine belki de.
[1] Bu vesileyle bildiğim kadarıyla Penizce denen, çeşitli dillerden derleme bir alt kültür dilinden, eşcinsel gizli dilinden de bahsetmek gerekebilir. Bu dilin birçok kelime için önerdiği karşılıklar vardır. Alıktırmak da “belli etmek”, “belli ederek yapmak” civarında bir anlam taşıyor.
[2] Uzun süre Türk sinemasının yeniden keşfedilen “ikonik” filmlerinden ve haklı sebeplerle ‘kadri bilinmemiş bir klasik’ olarak ele alınan Vesikalı Yarim’in queer açısından ele alınmasının vakti gelmiş olabilir. Türkiye’de genellikle bir şeye ‘aşırı saygı duymak’, onun ötesini berisini kurcalamaya yeni bakışlar atmaya engel gibi duruyor. Gene de klasik Vesikalı Yarim ululamasının Çok Tuhaf, Çok Tanıdık gibi güzel bir denemeler derlemesine yol açtığını da eklemeliyim. (Metis Yayınları, Hazırlayanlar: Nilgün Abisel, Umut Tümay Arslan, Pembe Behçetoğulları, Ali Karadoğan, Semire Ruken Öztürk, Nejat Ulusay)
[3] Kezban kelimesinin gay argosunda tam da Yeşilçam’ın Kezban filmleri dizisine (Muazzez Tahsin Berkand’ın romanlarından uyarlanan) uygun biçimde ‘taşralı, tecrübesiz, toy, naif, sofistike olmayan’ anlamı taşıdığını ve öyle bir amaçla kullanıldığını hatırlatmak gerekebilir.
[4] Bina ilk olarak Atina Bankası’na ev sahipliği eder, Athena büstü de muhtemelen bu yüzden… Fakat daha sonradan Atina’nın Minerva oluşunun hikâyesi ise Türkiye yakın tarihine dair merak edilmeye değer tuhaf/queer hadiselerden biri.
[5] Camp, eşcinsel altkültür ve davranışlar hattından geçerek “abartılı, teatral” anlamını edinen ve queer gibi bugün birtakım farklı fenomenler için de kullanılabilen bir kelime.